16 Şubat 2013 Cumartesi


Ben küçükken, 2000li yılların başında, yaşananlar çok güzeldi. Ya da ben dünyaya küçük gözlerimle baktığımdan güzel görüyordum. Henüz yedi yaşındaydım. Her yaz, yazılmamış kural gibiydi, tüm yazı yazlıkta geçirirdik. Yazarlar bahsederler ya kitaplarında, kafa dinlemek için gidilen sahil kasabasıydı bizimki. Kışları ıssızdı. Dalgaların kumsalla dansının, kayalarla kavgasının sesini duyardınız sadece bulunsaydınız orada.  Yazları da güzeldi. Sanki renkler değişiyordu, yeşiller daha canlı oluyordu. Deniz bir başka maviydi hatta bazen renksiz. Balıkları, taşları, hatta kumları görmenin insana ne kadar huzur verdiğini bilir misiniz? Her sabah denize girerdim. Çocuk halimle, tek başıma denize girmekten korksam da çoğu zaman tek başıma girerdim. Arkadaşlarım vardı, bir gece öncesinden konuşur ayarlardık sabahki buluşmamızı. O zamanlar nasıl uyanıyordum hatırlamıyorum. Telefonum yoktu, çalar saat yoktu, ama uyanıyordum bir şekilde. Sahilde buluşurduk. Gelmeyenler olurdu elbet ama affederdik. Yazlıkta küslük olmaz. Bazen de balık tutmaya giderdik. İşte sabahların kabusla başlayığ mutlulukla bittiği günlerdi o günler de. Tekneyi denize indirmek, oltaları bağlamak,o ayazda kıyıdan belki de yüzlerce metre uzakta saatler geçirmek. Kapalı alan fobim var küçüklükten beri, ama asansörde kaldığım anlarda gerildiğim gibi kıyıdan çok uzaktayken de gerilirdim. Benim için dünyanın en büyük ironisi, kapalı alan fobisi olan birinin denizin ortasında da aynı şeyi hissetmesi. Kaçacak hiçbir yerin olmamasıydı belki de sorunum. Sıkışmaktan korkuyordum.
Kahvaltılar daha da anlamlıydı. Denizden çıktıktan sonra bahçeden naneyle, köyden peynirle, sacdan ekmekle yapılırdı kahvaltı. Çayın anlamını anladığım ilk zamanlar, ikinci milenyumun ilk yılları. Çok ekstrem bir tarihte yaşamış bizim kuşak çocukluğunu. Milenyum değişikliği gördük. İkinci milenyumun ilk çocuklarıydık. O zaman farkında olmasak da büyük bir şeymiş. Ama o zamanlar genç olanlar daha da şanslı bana göre. Kuzenim vardı yazları bizimle geçiren. Onun arkadaşları vardı. Sezer abi, Zişan abla, Merve, Mert. Bazen onların yanında geçerdi günlerim. Benim yaşımdakileri yanlarına almayı kabul ettikleri ender zamanlarda. O zamanlar bizleri yanlarında istemediklerinde çok sinirlenirdim, fakat şimdi anlayabiliyorum. Yaptıkları çok güzel ve ulaşılmaz gelirdi bana. Çok güzel eğleniyorlardı, anlamadığım şeylerden konuşuyorlardı, liseye gidiyorlardı ki benim için ulaşılmaz bir yerdi o zamanlar lise. Sezer abi sigara içiyordu. Kim bilir, belki şu an sigara içme sebebim o zamanlar ona özenmemdi. Ailesi bilmiyordu sigara içtiğini. Bazen ben alırdım sigarasını bakkaldan. Gizlice götürürdüm. Hayatımda bana verilen en büyük görevdi o sigara alma görevleri. “Kimseye görünme, biri sorarsa Ahmet amcaya aldığını söyle, benim yanıma gelirken kimse görmesin seni” derdi. Kayalıklarda içerdi, ben de gözcülüğünü yapardım. Bazen konuşurduk. Anlamadığım şeyler anlatırdı. Bazen de sorular sorardı, verecek cevabım olmadığı sorular.
Kuzenim ve arkadaşları her zaman dikkatimi çekmişti. Eğlence tarzları, yaptıkları. Biz top oynarken kendileri de oynamak ister, yavaş yavaş yüksek toplar atıp kendi aralarında oynamaya başlarlardı. Biz de aynı oyunu oynuyorduk ama onlar kadar eğlenemiyorduk. Otururlardı genelde. Oturmak çok saçma gelirdi bana o zamanlar. Denize girmek varken neden kıyıda oturmak isterlerdi ki? Ya da top oynamak varken, bir masada hiçbir şey yapadan oturup konuşmak nasıl zevkli olabilirdi? Masalar demişken, o zamanlar masalar da çok güzeldi. Her evin bir bahçesi, bahçesinde ağaçlar vardı. Apartmanlı ya da siteli yazlıklardan değildi bizim yazlığımız. Bahçeli, teraslı evlerden oluşuyordu. Bizim evde, terastan iki basamak sonra sahil vardı. Şimdilerdeki yazlıklar gibi, güvenlikli, bahçesiz, çok katlı, denize ulaşmak için yüzlerce metre yürümeniz gereken yazlıkalrdan değildi. Şimdikilerin aksine deniz sadece balkondan değil, her yerden görünürdü. Dalgaların sesleriyle uyanırdınız. Masalar diyorduk. Her bahçede, -genellikle- zeytin ağacının ya da asmanın altında bir masa mutlaka olurdu. Kim bilir ne sohbetler yapıldı o masalarda. Kilolarca çekirdek tüketildi, litrelerce kolalar içildi. İçilen çayları anlatmak için tonlar kullanabilirim mesela. O masalarda okey takımı eksik olmazdı. Okey oynamak çok zevkliydi o zamanlar. Şimdilerde çocuklar okey oynamayı bilmiyor, bilseler bile bilgisayarlrından oynuyorlar. Çok acı.
Bazen sohbetlerine katılırdım büyüklerin. Kendimi çok önemli hissederdim. Çoğunu anlamasam da o kadar güzel şeyler konuşuyorlardı ki, bir an önce büyümek için sabırsızlanıyordum. Büyümeye dair tek hayalim yazlıkta arkadaşlarımla onların yaptıklarını yapmaktı.  
Şimdi onların yaşındayım hemen hemen. Ama onların yaptıklarını hiç yaşamadım. Hatırlamaya başladığım zamanlaran sonra altı yılı gittik sadece yazlığa. Sonra dersane, okul derken gidemez olduk. Her yaz derslerim oldu. Ailemden uzakta okudum liseyi, hafta sonları da gidemedik. Çok nadir gittiğimizde de ya o çocukluğumun o mükemmel sahil kasabasınının yerinde bakımsızlıktan dökülen evleri, çoğu kırılmış olan ağaçları, yabancı otların ele geçirdiği bahçeleri, terk edilmiş tekneleri, camları kırılmış bakkalı buldum. Aldatılmış gibi hissettim kendimi her gidişimde. Çocukluk hayallerim yıkılmıştı. Eksik kalmıştım, oyuncağım elimden alınmıştı. Sanki deniz değildi o mavi su birikintisi. Gemiler anlamsızdı.  Dalgaların sesi bile değişmişti sanki. Sonraları işler aha da kötüleşti. Bambaşka bir yerde, o sevmediğim apartman dairelerine gitmeye başladık. “yazlık” denilen, normal evlerden hiçbir farkı olmayan o apartmanlara. Hayallerimin yıkıldıktan sonra ateşe verildiği o iğrendiğim yerlere gittik. İstediğim gibi  hiç yazlık arkadaşım olmadı. Denize ulaşmak için yüzlerce metre yürürken hiç zevk almadım. Kayalık bile yoktu. İnsanlar ağaçların altında okey oynamıyor, çay içmiyorlardı. Ve en önemlisi, o evlerin demir kapıları vardı.
İçindeki çocuktan bahseder insanlar. Benim içimdeki çocuk ikinci milenyumun ilk yıllarında kaldı. Şu an hüzünlü, kimsesiz, yırtık kıyafetleriyle deniz kenarında artık yeşil olmayan bir ağacın altında umutsuzca denizi izliyor. Artık mavi olmayan denizi…

8 Aralık 2012 Cumartesi


  Hayatımda gerçekten bir şeyleri mi değiştiriyorum yoksa kendimi değişikliğe mi zorluyorum bilmiyorum.

  Bir arkadaşımla dışarı çıktım bugün. Öncesinde lanet bir derste sadece imza atmak için bir buçuk saat geçirdim. Tüm sıkılmışlığım ve bıkkınlığımla gittim arkadaşımın evine. Hazırlanmasını bekledim. Kızların hazırlanması çok uzun sürüyor ve ben yaklaşık 6 yıldır bir dizi kızları bekliyorum. Salondaki her eşyayı tek tek inceledim. Renkli, desenli halının kenarında bir tel saç vardı. Uzun, siyah . Masada anatomi atlası açıktı, yanında fizyoloji notları. Kahve izi vardı notların hemen yanında, ders çalışırken kahve içmiş olmalı Gizem. Birkaç oje, bir şişe aseton, bir de kirli pamuk. Sabah okula gitmeden ojesini silip yenisini sürmüş olmalı. Tezgahta bulaşıklar birikmiş. Komiteden önce 7 gün çıkmamıştı evden, çöpte birikmiş pizza kutuları atılmak için beni bekliyordu. Dolabın üzerinde ilaçlar, yanında çikolatalar vardı. Gizem çıktı sonra banyodan. Saçlarını düzlemiş, makyajını tamamlamış. Hangi montu ve botları giyeceğine karar vermemi istedi. Kahverengi olanları söyledim. Bugün kahverengi hissediyordum her şeyi. Alışveriş merkezine gittik. Bir kızla alışverişe gitme hatasını daha önce onlarca kez yapmıştım. Her mağazaya girip girip çıktık. Hiç konuşmadan takip ediyordum sadece ellerim cebimde. Gösterdiği şeyler hakkında yorum yapıyordum sadece. Ne düşüneceğini umursamadan eleştiriyordum. "Bu sana olmaz!" "Sen bunu nasıl giyeceksin?" dedikçe onun da keyfi kaçtı tabi. Bir şey almadan yemek bölümüne çıktık. Bir şeyler yiyelim dedik. Beynimi veremiyordum yemeğe. Söylediği her şeye evet, olabilir gibi geçiştirme amaçlı cevaplar veriyordum. Kumpire karar verdik. Gizem kumpirleri beklerken ben de taze sıkılmış meyve suyu satan yere gidip Gizem için portakal suyu istedim. Onu beklerken meyveleri gördüm. Çok güzel geldiler gözüme. Ama karar veremiyordum kokteylimin içinde ne olacağını. En son adamın önerilerinden üzüm ve dudu çıkartıp, portakal muz ve nara karar verdim. Kararsızlığım adamı çıldırtmış olmalı ki kafasını hafif hafif yan taraflara çekiyordu. "Töbe estağfrullah" der gibi. Sigara içmek istedim yemekten sonra. Hava çok soğuk ve ben sigara içmek istiyorum. Gizem balkonun soğuk olacağını söyledi, içme dedi. Normalde ısrar ederdim ama bu sefer "Peki" dedim sadece. Böyle bir cevabı benden duymaya alışkın değil. Ben kabul eden bir insan değilim. İstediğim şeyi sonuna kadar savunur, karşımdakini ikna ederim, edemezsem de gider tek başıma yaparım. Ama dedim ya, bi haller var bugün bende. Gizem de anlamış olacak ki, "Hadi gidip kahve-nargile içelim" dedi. Gözlerim döndü bir an. En son nargile içtiğim zamanı düşündüm. Bir ay geçmişti. Lise zamanımda, mezun yılımda haftada en az iki kere içtiğim nargileyi üniversiteye başladığımdan beri sadece üç kez içmiştim. Üç ayda üç kez. Sigaradan olacak, aramadım pek. Gittik nargileye. Kahve söyledik, bir de naneli nargile. İtiraz etmiyordum, "Hı hı" diyordum Gizem'in verdiği her siparişe. Camla kapatılmış bir balkonda oturuyorduk. Kahve gelince bir sigara yaktım. Kahve içerken sigara içmemek büyük günah zira. Sigarama ara verip nargileyi açtım sonra. Konuşmadım pek. Alışveriş merkezinden çıkarken telefonumu kapatmıştım. Kimseyle konuşmak ya da mesajlar almak istemiyordum. Whatsapp zıkkımı çıkmıştı bir de başıma. Görüp de cevap vermediğimi anlıyordu herkes ki bugün tam olarak görüp de cevap vermeme ruh halimdeydim. Nargileyi Gizem'e verdim ve sigarama döndüm. Buğulanmış camdan balkona kadar uzanan ağaçlara bakıyordum. Hava çok soğuk, ağaçların üzerinde damlalar var. Belki kar yağar diye düşündüm ve "Kar yağsın artık" dedim. Biraz sesli söylemişim sanırım, yan masada oturan kızlar da dönüp baktı bize. Muhtemelen Gizem ve beni yeni kavga etmiş sevgili sandılar. Zaten Gizem ve beni herkes sevgili sanıyor. İnsanlar, birilerine bir şeyler yakıştırmayı severler. Hepsini umursamadan yaşamak mümkün mü diye düşünmeye daldım biraz.

Sonra Gizem neyim olduğunu sordu. Sadece yorgun olduğumu söyleyip geçiştirmek istedim ama anlardı, kaç yıllık arkadaşım. Ama anlatacak bir şey yoktu. Gerçekten yoktu. Sadece düşünüyordum. Kendim, hayatımı, ailemi, arkadaşlarımı, evimi, geleceğimi, geçmişimi. Geçmişle başım büyük dertte bu aralar. Geçmişi önemseyen bir insan değilim ama en son sevgilim dert olmaya başladı bana. Sevdim, çok sevdim ama artık sevmiyorum. Sevgi bitermiş demek ki bir gün. İnsandan soğurmuşsun bir zaman sonra. Ama söyleyemiyorum işte. Benim gibi bencil bir insan bile üzmemek için kimseyi söyleyemiyormuş bir şey. Sonra geleceğim. Mutlu değilim bu şehirde, bu insanların arasında, bu sınıfta, bu evde. Yapmak istediğim şeylerin çok uzağındayım. Şu anı iyi değerlendirip ileride istediğim hayatı yaşayıp yaşamayacağımı merak ediyorum. İstediğim hayat biraz zorlu, biraz ütopik. Ama hayal kurmam karışmıyor kimse neyse ki. Ailemi düşündüm sonra. Başka şehirde okuyan ablam, hasta kardeşim, annem, babam. Babam çok kısa bir süre geldi aklıma, çok sevmem babamı ben. Babasından sevgi görmeden büyüyen çocuklardanım ben. Sınav sonuçlarıyla babasını mutlu eden yarış atı çocuklardanım.  Derslerim çok iyiydi küçükken. Okul birincisiydim. Babam başarıma alışmış olacak ki artık yetmez oldu ona. Daha fazlasını ister oldu. Sadece onu mutlu etmek için ders çalışır olmuştum. Sonra baktım fayda etmiyor, hep daha fazlasını istiyor, bıraktım ders çalışmayı. Babamdan kopmam o zaman gerçekleşmişti. Aramızda baba-oğul muhabbeti geçmedi hiç. Hiç birlikte maç izlemedik. Hiç hoşlandığım kızdan bahsedemedim, öyle bir baba değildi çünkü. Birlikte yaptığımız tek şey ayda bir tekneyle açılıp balık tutmaktı. Onda da benden çok ablamla ilgilenirdi. Hayır, eksikliğini hissetmiyorum. Sadece babamla olan ilişkimin bu duruma gelmesinin sebepleri bunlar.

Camdaki buğular çoğalmaya başlamıştı. Düşündükçe farkında olmadan derin nefesler almaya başlamıştım. Öyle çekiyordum ki nargileyi, sanki ciğerlerimi dumanla karışık su buharıyla doldurunca, nanenin acısını boğazımda hissedince geçecekti her şey. Ama geçmiyordu. Dumanı üflüyordum, öyle duman çıkıyordu ki, duman dağılana kadar Gizem'i göremiyordum. Birer kahve daha istedik. Bir sigara daha yaktım. Biraz daha düşündüm. Evden bahsettim Gizem'e. İstediğim şeylerden bahsettim biraz. Ev arkadaşlarım güzel insanlar fakat mutlu değildim onlarla aynı evde yaşamaktan. Tek başlarınayken çok iyiler fakat ben o kadar kişinin kahrını çekemiyordum. Dört kişiydik evde. Bir de ev arkadaşımın sevgilisi bizde kalıyordu. Gelecek yıl için ayrı eve çıkmayı düşündüğümü söyledim. Gizem tek başına yaşıyordu. Babası onun için her şeyi düşünmüş, en güzel yerden en güzel evi tutmuştu. Tuzluydu onun apartmanı, bana gelmezdi. Annemden bir ev için aylık o kadar para isteyemezdim. Ablam, kardeşim ve ben zaten çok yoruyorduk ailenin maddiyatını. Gelecek yıl birkaç yerden küçük küçük burslar ayarlayabilirsem eğer onları birleştirip küçük bir eve çıkabilirdim. Tek başıma kafamı dinlerdim. Köpek alırdım bir de. Kahvemi içer, sigaramı içer kitabımı okurdum.

Oturduğumuz yerden kalktık sonra. Eve gidecektik artık. Hayatımda ilk kez bu şehirde akşam sis olduğunu görmüştüm. Benim şehrimde sis sabah olurdu ve sisin olduğu gün çok sıcak geçerdi. Ama burada öyle bir sis vardı ki yürürken yüzümüz ıslanıyordu. "Şehre alışamadım sanırım" dedim Gizem'e. Bir cami gördük, minareleri siste kaybolmuş sadece ışıklarının çevresi görünüyordu. Sisler içinde gri bir cami ve uçsuz bucaksız minareler. Önce huzur doldum camiyi öyle görünce. Sonra müslüman olmama rağmen dinimin gereklerini yaşamadığımı farkettim. Hem de hiç yaşamıyordum. Üniversite hayatında ve ortamında din ne kadar yaşanırsa o kadar yaşıyordum aslında. İçki de içiyorum arada, nasıl olacaksa o iş, onu da bilmiyorum. Bunları düşününce kötü hissettim kendimi. Sis içime girmiş gibi, düşüncelerim bulanıklaştı. Devam ettik sonra. Soğuk havayı çok severdim. Bir de atkım olsaydı eve kadar kilometrelerce yürürdüm ama yoktu. Gizem de üşüyordu zaten. Otobüse bindik. Otobüsteki insanları incelemeye başladım. Bir kız sevgilisiyle mesajlaşıyordu sanırım. Gülüyordu. Çok işveli, çok cilveli bir gülme o. Kim bilir neler diyorlardı. Arka koltuktaki kız sürekli ekranı kaydırıyordu parmağıyla. Muhtemelen Facebook'taydı ve kimin ne yazdığını dünyadaki her şeyden daha çok umursarcasına okuyordu. Bir adam bağıra bağıra telefonda konuşuyordu. Şoför açılan kapıdan duraktaki insanlara sesleniyordu. Ben de Gizem'e bir şarkı dinletmek istedim. Yeni keşfettiğim, çok beğendiğim bir adamın en sevdiğim şarkısını. Dolaşmış kulaklığımla yaklaşık on dakika uğraştım. Sonunda açtım, kulaklığı verdim ve şarkıyı başlattım. Gizem'le müzik zevkimiz çok uyuyordu ki bu sefer de şaşmamıştı. Çok sevdi. İnsanlar dinlettiğim müzikleri beğenince dünyadaki en mutlu insan oluyorum. Bir şeyler kazanmış gibi hissediyorum kendimi. Hem ben hem onlar kazanmış oluyordu.

Otobüsten inip bankamatiğe gittik. Gizem'in para çekmesi gerekiyormuş. Yanyana duran iki bankamatiğin birinde uğraşmaya başladı ben de diğerine sırtımı dayadım bekliyordum. Gelen geçenleri eleştiriyordum. "Saat dokuz yününde bir çift geliyor, muhtemelen çocuğun arabası var ve Camel içiyor. Evet, arabası varmış. Anahtarı elinde tutuyor. İki yönünde üç tane kız var. Oniki yönüne doğru ilerliyorlar. İkisinde Ugg var. Ayı gibi görünüyorlar. Diğer kızın elinde kitaplar var. Onbir yönünden bir grup erkek geçiyor. Ama uzaklaşıyorlar. İşini çabuk bitir. Şimdilik temiz etraf" diyorum, kendi kendime gizem yaratıyorum. İşimizi bitirince markete yürüdük. Çikolata, su alıp Gizem'in evine gittik. Suları ben olmadan çıkartamıyordu evine, beni de mutlu ediyordu onun için su taşımak. Eve girdik, poşetten biraz mısır yedim, soda içtim, televizyon seyrettim ve kalkacağımı söyledim. Başka zaman olsa geç saatte kalkardım ama bugün iyi hissetmediğimi anladığı için üstelemedi o da.

Gizem'den çıkınca kulaklığımı taktım ve soğuk gecede yürümeye başladım. Tramvay durağındaki insanların arasından hızlı adımlarla uzaklaşıp bir parka girdim. Karanlık, sessiz bir parkta bir adam bankta sigara içiyordu. Çakmağım olmasına rağmen gidip adamdan ateş istedim. Sigarasını uzattı yakmam için. Muhtemelen rahatsız olmuştu varlığımdan. İstediğim de buydu aslında. Adamı inceledim biraz. Adam denilecek kadar büyük olmadığını gördüm. Üniversite öğrencisi olduğunu benim görmediğim tarafında duran kitaplarından anladı. Evde ya da okulda sorunları vardı sanırım ya da ailesi veya kız arkadaşıyla sorunları vardı. Anlamak zor değildi. Belki de zordu ama ben anladım. Sigaramı yakıp, teşekkür edip yürümeye devam ettim. Yürürken sigara içmeyi sevmediğim geldi aklıma. Birkaç nefes sonra öksürmeye başladım ve ilerde bir banka oturdum. Yorulduğumu farkettim. Yürüyen herkesin ağzından burnundan dumanlar çıkıyordu. Havanın soğukluğuna vücudum tepki vermiyordu. Ellerim cebimde olduğundan sıcak kalmışlardı, kulaklarıma dokundum, hissetmedim. Boğazım açıktı, atkım yoktu. Boğazıma dokunduğumda elimin yapışacağını düşündüm bir an. Küçükken buz dolabının buzluğuna elim yapışmıştı, zor çekmiştim. Yara olmuştu hatta, kimseye söyleyemedim. Utanmıştım. Sigaranın dumanının çok yoğun çıkması o an mutlu etmişti beni. Tüm dumanı üfledikten sonra nefesimi verirken çıkan dumanla eğleniyordum, gülüyordum kendi kendime. Birden yüzüm düştü. Saçma sapan şeyler geldi aklıma. Yine sırasıyla ailem, okul, evim, eski sevgililerim, ileride olacak sevgililerim. Değerlendirdim tek tek. Mutlu olamadığım tüm ilişkilerimi düşündüm. Tekrar birine aşık olup mutlu olamayacağımı bildiğim bir ilişkiye başlamanın saçma olduğunu düşündüm ve bir daha sevgilim olmayacağına karar verdim. Sadece sevişeceğim birkaç kişi olsun yeter dedim. Böyle aşağılık bir adam nasıl olmuştum orada oturduğum on dakikada anlam veremedim. Ama olmuştum. Hayatımdaki değişiklikler başlıyordu belki de.

Oturduğum yerden kalkıp yürümeye başladım. Yanımdaki insanlar hızla geçiyordu. Sonra yavaş yürüdüğümü farkettim. Çok yavaş. Biraz daha yavaş yürüsem düşecek gibiydim. Apartmanın merdivenlerini öyle yavaş çıktım ki, geriye doğru sendeledim yedinci basamakta. Basamakları neden saydığımı bilmiyorum ama her seferinde sayıyorum. Her seferinde de on üç çıkıyor. On üç en sevdiğim sayıdır. Bu bile mutlu etmiyor beni. Kulaklığımı çıkartıp cebime koyuyorum, müziği kapatmadığımı birkaç saat sonra farkettim. Eve girdiğimde ev arkadaşlarım yüzüme bakıp "Neyin var?" diye sordular ilk olarak. Çoğu insanın beklediği bu soru gece gibi çöküyor üzerime. Kendimi gülmek zorunda hissediyorum. "Çok yorgunum, yok bir şeyim" deyip odama geliyorum. Kotumla, kazağımla attım kendimi yatağa. Alışveriş merkezinde telefonumu kapatmıştım. Eksikliğini hissettim bir an. Açtığımda  birkaç mesaj vardı. Bir numara üç kez aramış. Bir numara bir kez. İki kişi mesaj atmış. Hiçbir tepki vermeden kapattım telefonu. Tam yatağımın yanındaki komodinin üzerine fırlatmışken oda arkadaşlarım girdi kapıdan. Neyim olduğumu sordular. Kime bu kadar üzüldüğümü. Tecavüze uğramış gibi göründüğümü söylediler. Gülüştük, geçiştirdik. Hadi gel kahve yaptım sigara içelim dedi en sevdiğim ev arkadaşım. Gerçi bu teklif kimden gelirse gelsin hayır diyemeyeceğim tek teklif. Çıktım, kahve içtik, sigara içtik. Biraz sohbet, muhabbet, odama geldim. Telefonum hala kapalı ve bu yazıyı yazmaya başladım.